22 Haziran 2010 Salı

Yerin 8 km dibinde..


İzmire döndüm bugün..
Tam da İstanbul güzellemelerine başlamışken İzmir'e dönüvermek zor oldu tabi ki, ama karşılaştırma yapmamayı tercih ederim. Yerleri çok ayrı ve özel iki şehrin de..Uçak yolculuğumdan biraz bahsedeyim.
Zamanında okuduğum Can Dündar kitaplarından birinde yolculuğun,bizi kendini tanımaya olan yola da yönlendirdiğinden bahsediliyordu. Hep buna inandım, o yüzden yolculuklar hep kendimi çözümlemenin, aşmanın bir yolu oldu benim için. İstanbul-İzmir arası yolun 45 dakika olduğuna bakıp yolculuktan da saymayabilirsiniz, ama benim için çok, çok uzun bir yoldu..

Yerden 8 km yükseklikte, aslında yerin 8 km dibindeydim..Kendimdeydim, içimdeydim.
Şansıma günbatımına denk geldi uçağım, Güneş'in vurduğu bulutların arasından geçmek, yeni parlamaya başlayan Ay'ı izlemek çok güzeldi..Aklıma bir sürü şey geldi, başta çocuk halim ve hayallerim..Kendimi Peter Pan'ın elinden tutarak bulutları aşındırır halde gördüm ara sıra, bir ara da Dreamworks Yapımcılık'ın reklamında, aya oturup balık tutan çocuğa benzettim kendimi..Ay da tam bir sandalye şeklindeydi bugün :) Sonra Buca'nın ışıkları geldi aklıma. Hatay'dan Buca'ya dönerken büyük, top top lambalar görürsünüz. Hep bir ışık tarlasına benzetmişimdir onları. "İşte bu" diye düşündüm pamuk tarlasının arasındayken. "Bulutların ortasında tek tük lambalar, ve yaşamak istediğim yer burası olabilir.."

Diğer uçuşlarıma göre kesinlikle daha korkutucu ve heyecan vericiydi. Yakın dostum Klostrofobi yalnız bırakmadı beni, sağolsun. Vefalı dosttur :)Yine de iyiydi, çok kötü gitmedim. İzmir'e inerken de, İzmir "büyüleyici güzellikte bir mücevher" benzetmesini uyandırmadı bende nedense. İzmir'i o yakıcı ışıklarıyla, tam tersine, Isengard'ın şeytani ork ocaklarına benzettim. Bu benzetmenin nedenini önümüzdeki günler içinde çözeceğim :)

Bu arada, İzmir'e Yağmur'u(yazım yanlışı zannetmeyin, doğa olaylarını tekleştirmeyi seviyorum) benim getirdiğim söylentisi dolaşıyor ortalıkta, siz ne dersiniz bilmem tabi, bu annemin güzel kalbinden gelen bir yorum :) Hani yeni evlilerin arabalarının arkasında teneke kutular olur ya, ben de uçağın peşine bağladım bulutları, getiriverdim..

***
Geçenlerde bir seminerde, Hava-iş işçilerinden birinin konuşmasını dinlemiştim, uçak yolculuğum aklıma onu da getirdi. Tam da maden işçilerinin ölümünden sonra olmuştu konuşma: İster yerin yedi kat dibinde olsun, ister 7 kat üstünde, işçi işçidir,kurtuluşu da aynı yerdedir..

21 Haziran 2010 Pazartesi

Dinliyorum..

İstanbul'a yazılmış olan belki de binlerce şarkı vardır.Çoğu acıyı, hüznü, yalnızlığı anlatır..
Neden olduğunu anladım.
Bir Pazar gününde Karaköy'de olmak yetiyormuş anlamak için. Vapura giderken geçtiğim tünelde, bütün kepenkleri kapalı, birkaç işportacıyı çaresizce çalışmak zorunda görünce anladım. Adımlarımın sesi yankılandı. Sadece tünelde değil, bütün Karaköy'de sanki.
İsterse milyonlarca insan geçsin İstiklalden, binlerce hikaye yazılsın boğazın güzelliğine..
Kimse böyle yalnız olamaz..
Anlaşılmamış, değeri bilinmemiş bir sevgili gibi İstanbul. Bencilce sahiplenilmiş, arzulanmış, özlenmiş ama hep bırakılmış..
Bana benzemese anlar mıydım bilmiyorum. Onca kalabalığın içinde, kahkaha atar, ağlarken, sohbet ederken, bir tek İstanbul'la konuşuyorum aslında..
Adımlarım, gözlerim, kulağım, yalnızlığım senin olsun.. İstanbul..
Kimse böyle yalnız olmasın..

19 Haziran 2010 Cumartesi

Başlangıç..

Bu aralar pek uyuyamıyorum.
Daha doğrusu uyumak istemiyorum.
Geceleri evde tek ayakta olan olmak hoşuma gidiyor. Kuzenim ve teyzemler uyanık olduğunda evde sürekli diyalog kurmak zorunda kalıyorsun, ya da keşmekeşin içinde sürükleniyorsun. Geceyse tamamen kendinlesin. Büyümüş olsam bile gece ayakta durmak hafif bir "başkaldırı" etkisi de taşıyor olabilir.
Kitap okuduğum oluyor, MSN'den ya da Facebook'tan bağımlı gibi ayrılamadığım da oluyor. Geçen günse, tam yatacakken, kanalları dolaşırken Samanyolu Tv'ye denk geldim :)
İnanılmaz bir deneyimdi!Arada izlemeyi öneriyorum herkese.
10 yaşında bir kız var, babası ölmüş, annesiyle üvey babası ve üvey kızkardeşinin yanında yaşıyor.Tabi ki, "üvey baba" tiplemesine uygun olarak, üvey baba anneyi ve çocuğu dövüyor, sürekli içiyor, ayrıca açıkça "dinsiz imansız" olarak gösteriliyor. Uygunsuz ev şartlarından etkilenen küçük, müslüman kız ise teselliyi cemaatlerdeki "abla"larında buluyor. En sonunda annesi verem olup ölüyor. Bir anda noluyor dersiniz? Adalet yerini buluyor. Kızın zengin ve son derece müslüman dedesi ortaya çıkıyor ve kızı sahipleniyor. Dinsiz imansız üvey baba alkol kullandığı icin cezalandırılıyor. Hikaye böyle..
Başından kalkamadım.
O kadar bağlandım ki, yatağa kalkıp gitmeyi unuttum, sonuna kadar izledim.Ve herkes izlemeli diye düşünüyorum.
Çünkü kaçmak çözüm değil gerçeklerden.
Taraf tutmak anlamlı. Ama neden taraf olduğunu anlamak için de, arada bir Samanyolu tv her derde deva.

***

Bu ilk yazım. Neden yazdığımı açıklama gereği duyuyorum o yüzden. Özel hayatını afişe etmekten zevk alan insanlardan olmadığım gibi, "bugün oraya gittim şunu yaptım" ile sınırlı kalmak istemiyorum.

Yazmam lazım.."Yazmasaydım ölecektim".. Bu yüzden yazıyorum. Duygularımı belli bir kanalla akıtmam gerekiyor, yoksa içimde patlayıp duruyorlar. Anıları bir şekilde biriktirmem gerekiyor..
Ayrıca..
Türkiye'deki köşe yazarlarının %80inin yazdıkları köşeyi hak etmediklerini gösterme arzusuyla yazacağım buraya biraz da..Sibel Arnaların dadılarından, Ayşe Arman'ın "sevgilisi" ve çocuğundan bıktım..Kendime daha iyisini yapabileceğimi göstermek istiyorum, bu..

Hadi bakalım.